Bir parkta oturuyordum geçen gün. Etrafta insanlar vardı ama kimse kimseye bakmıyordu. Herkes kendi derdinde, herkes kendi ekranında. Yan masadaki iki kişi sohbet ediyor gibiydi ama aslında biri sürekli telefondaydı, diğeri onun tepkilerini bekliyordu. Düşündüm: Bu mu samimiyet?
Eskiden işler böyle yürümezdi. Hatay’ın bir mahallesinde büyümüş biri olarak bilirim; bir komşunun bacasından duman çıkmazsa, herkes merak ederdi. Şimdi bırak dumanı, evin çatısı uçsa belki hâl hatır soran olmaz. Çünkü herkes meşgul… ama neyle?
Cevabı basit: Çıkar ve menfaat.
Samimiyetin yerini çıkar hesapları almış. Birini arayan, bir şey ister. Bir yere gelen, bir beklentiyle gelir. Hatta bir tebessüm bile karşılık görürse sürdürülür, görmezse unutulur.
Siyasette, sosyal ilişkilerde, hatta aile içinde bile bu değişim çok açık. İnsanlar birbirine duyduğu sevgiyi bile pazarlık konusu yapıyor. "Ben seni seviyordum ama sen bana ne verdin?" cümlesi bile duyar olduk. Oysa sevgi verilir, hesap tutulmaz.
Bir deprem gördük, bir felaket atlattık bu topraklarda. O günlerde insanlar birbirine koşa koşa yardım etti, çünkü o anda çıkar yoktu, sadece insanlık vardı. Ama ne zaman zaman geçti, bazıları o yaraları bile menfaat aracı yapmaya başladı. İşte o an insanın içi sızlıyor.
Samimiyetin dili göz temasında, bir çayın paylaşılmasında, çıkar beklemeden atılan bir mesajdadır. Ama ne acıdır ki, günümüzde dürüstlük ve içtenlik ya garipseniyor ya da zayıflık sanılıyor.
Ben hâlâ inanıyorum: Samimiyet geri dönebilir.
Ama önce içimize dönmemiz gerek. Kendimize şu soruyu sormalıyız:
“Ben birine yaklaşırken gerçekten ne istiyorum? Bir fayda mı, yoksa bir dost mu?”
Eğer cevabımız “dost” ise, o zaman umut hâlâ var demektir.